İskoçya Seyahati,Eylül 2010

08 Eylül 2010, Çarşamba
07:00 itibari ile Manchester havaalanındayız. Rhyl kasabasında gerçekleşen Welsh Open ve Welsh Masters turnuvalarına katıldık ve Türk oyuncu kafilesinden Manchester havaalanında ayrıldık. Bu seyahat için programı Emre ile ben yaptık. Hem tatil hem de dart turnuvası olacak içinde.  Ben seyahate çıkmanın bu tarafını da galiba  çok seviyorum. Yani öncesinde uçak ve otel aramak, araba kiralamacılarının sitelerinde dolaşmak kısmı da beni memnun ediyor. Aynı şekilde Emre Toros da bu konuda oldukça iyi. Yine herzamanki gibi http://www.booking.com adresinden bazı otellerimizi ayarladık. Sixt'den de aracımızı 153,00GBP karşılığı 5 gün için kiraladık. Saat 08:00 de açılacak olan Sixt için bekliyoruz. Havaalanının giriş katında bulunan tek kafede oturabildik. Biraz çay, kahve ve ardından küçük kestirmeceler ile saati 08:00 yapıyoruz. Bu arada, bir kasa oluşturmaya karar veriyoruz. Ortak harcamalar için aile başı 50'şer Pound'a, benim gözlük kılıfım kasa görevi yapıyor. Otopark ücretleri gibi ortak masraflar kasadan ödenecek

 
 
Aracımızı bavul sayımızı göz önünde tutarak seçmiştik. İyi de olmuş, ancak yerleşebildik. Aracı teslim alır almaz etrafında bir tur attık ve çizik var mı diye kontrol ettik. Zaten elimizdeki kağıtta da işaretli çiziği, biz de gördük ve tedbiren fotoğrafını çektik. Ben her kiralamamızda plakayı da fotoğraflarım. Onu da yaptıktan sonra yola çıkmaya hazırız. Bu seyahatin şoförü Emre Toros. Daha önce İngiltere'de araba kullandığı için rahatız. Ne ben, ne Mete ne de Seçil cesaret edebiliyor kullanmaya. Trafiğin bizim alışkanlığımıza göre ters akışı hepimizi korkuttu. Toros oldukça başarılı. (Emre Toros'a pek Emre demediğimiz için yazı boyunca karışıklık yaşatmak istemiyorum ama Emre yerine Toros demeye çok alışmışım.)
  
Bugünkü hedefimiz Manchester'dan yola çıkıp, Glasgow'a ulaşmak ve sonrasında Edinburgh'daki otelimize yerleşmek. Manchester-Glasgow arası 350km. Yani yaklaşık 4 saatlik bir yolumuz var.

 

Yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra yol kenarında gördüğümüz MOTO'ya giriyoruz. Burada Marks&Spencer'ın market bölümü, Costa'nın kahveleri ve Burger King var. Kendimize yiyecek birşeyler ve birer kahve alıp tekrar yola çıkıyoruz. Bu tür araç kiralamalı tatillerin en güzel kısımlarından biri de dilediğiniz noktada yiyebilmek ve içebilmek. Arabaya da yol boyunca atıştıracak çeşitli şekillerdeki çikolatalı bisküvileri dolduruyoruz. Yol boyu keyif yani. Yiyecekleri ortak tüketeceğimiz için ödemeler kasadan olsun kararı veriyoruz. 
Seyahate çıkmadan önce gidilecek yer hakkında internet üzerinden araştırma yapmayı seviyorum. Edindiğim bilgileri biriktirip, yanıma alıyorum. Bu, iş için gittiğim seyahatlerde de böyleydi. Benim korkum, geri döndüğümde, gittiğim yerlere ait birşey kaçırmış olma korkusu. Yani ya biri çıkar da: Aa..o kadar gittiniz, x kalesini görmediniz mi, x yerde yemek yemediniz mi, çok ünlüdür.." derse? İşte bu sebepten, bol bol okurum ben gideceğimiz yer hakkında. Elimde 10-12 sayfa bilgi var. Başlıyorum arabada okumaya. Yarısına gelmeden beni dinleyenin sadece Toros olduğunu farkediyorum. O da mecbur zaten:) Arabayı kullanan o. Mete ve Seçil kimbilir hangi kısımda uyumuşlar:) Sonlara doğru uyanıp dahil oluyorlar konuya. Neleri hatırladıklarının anlamak için hemen teste tutuyorum onları. Edinburgh civarında görülecek yerlerin listesi ve açıklamaları var elimde. Aralarından seçim yapıyor ve programımızı belirliyoruz. 

Saat 14:00'te Glasgow'dayız. Aracımızı park edip dolaşmaya başlıyoruz. Mete'nin ve Toros'un GPS'leri sayesinde merkeze yakınız. Geniş yürüyüş caddeleri karşılıyor bizi. Şehrin tamamında taş binaların sebep olduğu bir sarı renk hakim. Gallery of Modern Art binası bizi cezbediyor ve merakla içeri giriyoruz. Mete'nin ve benim çağdaş sanata bakış açımız, Toroslarınkinden  biraz farklı. Emre ve Seçil'den çok daha hızlı terk ediyoruz binayı. 
  
St.Vincent Caddesi üzerinden Buchanan Street'e ulaşıyor ve sağlı sollu şık mağazalarla dolu bu caddeyi geziyoruz. "Apple Store", mimarisiyle ilgimizi çekiyor. Cadde üzerinde Türkiye'de görmeye alıştığımız tabela kirliliği de yok. Apple, taş binasının girişine sadece amblemini koymuş. O kadar zarif ki. İçinin  de ne kadar güzel olduğunu anlatabilmek için kelime yok. Zaafım var benim Apple'a.

İskoçya tarzı kıyafetlerin ve hediyelik eşyaların satıldığı dükkanlardan Toros'un telkinleri ile uzaklaşıyoruz. Bize söz verdi, daha iyilerini ve ucuzlarını bulacak:)

 

Açlığımızı hızlıca geçiştirmek için Pizza Hut'ı tercih ediyoruz. Ortak kasamızdan kişi başı 5,49GBP ödediğimiz açık büfeden oldukça memnun kalkıyoruz.

   

Yemekten sonra arabamıza doğru, yine kalabalık sokaklarda vitrinlere bakarak dönüyoruz. Giyim mağazalarından bir tanesi vitrinine yüzlerce dikiş makinesi koymuş. Hem de çok eskilerinden. Yanaşınca bir çoğunun Türk markalarından olduğunu görüyoruz ve çok hoşumuza gidiyor.

Şimdi istikamet Edinburgh. 83kmlik, yaklaşık 1 saat sürecek bir yolumuz var. Saat 18:00 ve bizi bekleyen pansiyon sahibemizle buluşup evimizi teslim almamız gerekiyor.


19:00'da üç gece konaklayacağımız pansiyonumuza ulaşıyoruz. Burada konaklayacağımız 3 gece için toplam 220,00GBP ödedik. Bu rezervasyonu: http://www.edinburghapartments.co.uk/ sitesinden Toros yaptırdı.

 

Ev sahibemiz oldukça düşünceli bir bayan. Bize anahtarımızı veriyor ve ev ile ilgili anlatılması gereken detayları aktarıyor. Giriş katında bir mutfak ve banyonun, üst katında ise iki odanın bulunduğu bu pansiyonu çok çabuk benimsiyoruz. Odalarımıza yerleştikten sonra vakit kaybetmeden dışarı çıkmakta hem fikir oluyoruz. Toros haklı olarak artık araba kullanmak istemiyor. Ev sahibemizin bizim için bıraktığı turistik broşürlerden faydalanarak kendimize taksi çağırıyoruz. İstikamet şehir merkezi. Hala acıkmamış olduğumuz için kısa bir yürüyüş yapıp, kendimizi bu yöreye özgü barlardan birine atıyoruz. Girdiğimiz mekanda barın üzerinde asılı olan televizyondaki köpek yarışını izleyen yaşlı bir nüfus olduğunu görünce, aradığımızın bu olmadığına hızla karar veriyoruz. Karşısındaki başka bir barı beğenip oturuyoruz. Biralarımızı içerken çağdaş sanatlar ile ilgili derin bir tartışmanın ortasında buluyoruz kendimizi. Görüş farklılıklarımız gecenin uzamasına yardımcı olsa da artık yorgunuz ve yarın bizi bekleyen yoğun bir programımız var. Ödemeyi kasadan yapınca benim suratım asılıyor ve elimi açıp Emre ve Mete'den ikinci 50likleri talep ediyorum. Bar biraz pahalı olarak aklımızda yer ediyor.

9 Eylül 2010, Perşembe
Bugünkü programımız önce Rosslyn Chapel'i görerek başlayacak. Sabah 08:30'da hepimiz kahvaltı için hazırız. Mutfakta temel gereksinimlerimizi karşılayacak herşey mevcut. Mete, etraftaki en yakın marketi bulup bize kahvaltılık alışverişimizi yapıyor. 

09:00'da GPS'lerimize hedef olarak "Rosslyn Chapel'i girdik ve yola çıkmaya hazırız. 


Roslin kasabası Edinburgh'un 12km güneybatısında. Yaklaşık 20 dakikalık bir mesafe. Şapel'in kapısına vardığımızda henüz açılmamış olduğunu görerek saatin 09:30 olmasını bekliyor ve kasamızdan kişi başı 7.50 GBP vererek, içeri ilk girenlerden oluyoruz. (http://www.rosslynchapel.org.uk/) St. Clair ailesinin mezarlarının yer aldığı Rosslyn Chapel/Roslin Şapel'i kutsal kasenin bir zamanlar burada korunduğu varsayıldığından, Dan Brown'un Da Vinci Şifresi kitabında yer alıyor. Sonrasında da çekilen filme mekan olmuş. Saat 10:00'da rehberli bir tur başlıyor. Bizlere güzel ve anlaşılır bir İngilizce ile oldukça keyifli bir tanıtım yapıyorlar. Şapel'in iç duvarlarındaki tüm detaylar, hikayeleri ile anlatılıyor. Ne yazık ki içeride fotoğraf çekimine izin vermedikleri için ben de dış duvarları fotoğraf arşivime katmak durumunda kalıyorum.
 
 

Turumuzun ardından hediyelik eşyaların satıldığı alandan burayı merak eden yakınlarımıza da bir şeyler alarak dışarı çıkıyoruz. Bir saat sonra tekrar yoldayız.  Hedef: Aberdeen.

Burasının Emre Toros için özel bir anlamı var. Aslında belki de bu, seyahatin çıkış sebebi de denebilir. Emre, 1997 yılında Avrupa Birliği çalışmaları üzerine yüksek lisans yüksek lisansını yapmak üzere bir yıllığına "The Robert Gordon University"e gelmiş. Hem okumuş, hem de çalışmış. Bizlere de- aslında Seçil'e ama biz de dahil oluyoruz- bu şehri hatırladığı kadarı ile gezdirmek ve anılarını tazelemek istiyor. Biz de zevkle paylaşıyoruz. 

Yol üzerinde "Dundee" isimli bir şehir var. Merak ediyor ve içinden geçiyoruz. Belki öğlen yemeğimizi burada yeriz hayali ile yavaşlıyoruz fakat şehrin renkleri hiç davetkar değil. Ticaret şehri olduğu, limanın kalabalıklığından anlaşılan bu şehri, görülmüş sayıp devam ediyoruz yolumuza. Öğlen yemeğini, vakitten kazanmak amacıyla bulduğumuz ilk benzinlikte sandviçlerle geçiştiriyoruz.

Aberdeen'e vardığımızda arabamızı şehir merkezinde, tren istasyonu'nun otoparkına bırakıp dolaşmaya başlıyoruz. Şehrin en işlek caddelerinden biri olan Union Street üzerinde sağlı sollu dizilmiş mağazalara bakarak geziyoruz. Cadde üzerinde sağlı sollu, dikkat çekecek kadar çok kitapçı var. Her birine girip çıkıyoruz. Hafif bir yağmur başlayınca da bulduğumuz ilk alışveriş merkezine giriyoruz. Havanın aslında daha soğuk ve daha çok yağmurlu olmasını bekliyorduk. Şanslıyız ki kısa süreli serpintilerle atlatıyoruz bugün de gezimizi. Toros bizleri, okurken 15:30-19:00 arası çalıştığı Kebap House'a götürüyor. Yol boyu nasıl yoğun bir programla hem çalışıp hem de okuduğuınu paylaşıyor. 
 
 
Biraz daha ana caddelerde vakit geçirdikten sonra GPS'e Masada Bar'ın adresini giriyoruz. Bu barın özelliği geçen hafta Rhyl'de gerçekleşen Welsh Open dart tunuvasında katılımcı olan John Henderson ve daha pek çok ünlü İskoç oyuncunun dart oynadığı bar olması. Merak edip içeri giriyoruz. Sadece tek bir board'un bulunduğu bu bara nasıl dart bar dendiğini aklımız almıyor. Ankara'da görmeye alıştığımız, göremezsek eleştirdiğimiz, iyi ve çok boardu olan bir yer değil burası. Seçil ve ben birer bira eşliğinde dinleniyoruz. Beyler ise dart oynarken yakaladıkları bir İskoç ile maç yapıyor. 
 
Aslında bu seyahatin bugünkü odağında yine bir dart turnuvası var ama yazık ki kayda değer bir varlık gösteremediğimiz için detay aktarmıyorum..

Vakit geç oldu ve yemek için galiba hazırız. Toros'un öğrenciyken, hergün 19:00-24:00 saatleri arasında çalışmış olduğu restorana doğru yürüyoruz. Bu restoran Ferryhill isimli otel'in restoranı. Restoran'a giden yolda karşı taraftan bir çiftin geldiğini ve adamın da üzerinde dart işlemeli gömlek olduğunu farkedip birbirimizi dürtüyoruz. Yanımızdan geçen çifti acaba takip mi etsek diye düşünürken, şaşkınlıktan önünde çakılıp kaldığımız binaya girdiklerini görüyoruz. Bu kadar tesadüfe hem gülüyor hem de merakta kalıyoruz. İçeri girdikleri kapının üzerindeki levhadan buranın özel bir sosyal kulüp olduğunu görüyoruz. Kapı önünde bekleyen bir başka çift bizi içeri davet ediyor. İçeride Bingo oynamak üzere hazırlanmış bir grup bayan ile arka tarafta asılı tek boardda atış yapan, gömleklerinden anladığımız kadarı ile iki ayrı takımın olduğunu görüyoruz. Dünya ne kadar küçük, ne tesadüf diyerek çıkıyoruz kulüpten. 
 
 
Ferryhill'de yemekler şahane. Çok güzel sohbetli bir gece geçiriyoruz. Dönüş biraz gözümüzde büyüyor tabi. Aracımızı parktan alıp Aberdeen'den Edinburgh'a yola çıkıyoruz. Toros yine direksiyon başında tabi ki. Uyandığımda Edinburgh'dayız:)

10 Eylül 2010, Cuma
Bugün için planımız Edinburgh gezisi. Gelmeden önce yaptığımız araştırmalardan buranın bir günde gezilemeyecek olduğunun bilincindeyiz ama başka türlü bir program yapmamız mümkün olmadı. 1 tam günümüz var ve yine erkenden ayaktayız. Alışverişi bugün Seçil yapıyor ve kahvaltı yapıp, yola çıkıyoruz. Bugün hava ne yazık ki kapalı ve yağmurlu, bu yüzden şehir merkezine taksi ile gitmeyi tercih ediyoruz. Yağmur sebebi ile öncelikle otobüs ile şehir turunu tercih ediyoruz. "Hop on-hop off "diye adlandırılan üstü yarı açık tur otobüslerinden "Grand Ticket" tercihinde bulunuyoruz. Bu bilet ile gün boyunca her renkteki otobüs ile şehir turu yapmamız mümkün olacak. Kişi başı 15,00GBP ödeyerek ilk turumuza başlıyoruz. 
 
 
Kaleden başladığımız turumuz yine kalede bitiyor. Yağmur yavaşladığı için otobüsü terk edip kale kapısına yanaşıyoruz. Giriş bedeli olan 12,00GBP'yi çok bulup, çoğunluğu açık hava olan kalede çok ıslanacağımızı da düşünüp girmekten vazgeçiyoruz. Tarihine çok da hakim olmadığımız için içeriden memnun ayrılamayacağımızı düşünüyoruz. Hemen her zaman yaptığımı yapıp, kalenin hediyelik eşya mağazasına giriyor ve kaleyi tanıtıcı bir kitabı elime alıyorum. İçerisinin nasıl olduğuna dair genel bir fikir oluşuyor kafamızda. Yağmur ve karanlık hava da, içeriye girmememiz konusunda bize destek oluyor, biz de sokaklarda yürümeye başlıyoruz. Kalenin hemen yanında bulunan "Tartan Weaving Mill & Exhibition" ilk durağımız. Burası, İskoçya'ya özgü olan Tartan kumaşın dokunduğu büyük bir imalathane. Üretimi seyredebildiğiniz gibi alışveriş de yapabiliyorsunuz. Mutlaka görülmesi gereken yerler arasında bence. Dokuma tezgahlarının çıkarttığı sesler eşliğinde bir kaç kattan oluşan mağazada epey vakit geçiriyoruz. Alışveriş tercihimizi fiyatlar nedeni ile kullanmıyoruz. Türkiye'de giyim için çok makul fiyatların olması, buradaki alışverişi biraz kısıtlıyor. Nasılsa, fotoğraf çekme diyen yok. Ben de tadını çıkartıyorum.
 
  
Aşağıya doğru yürürken "Scotch Whiskey Experience" binasını da pas geçiyoruz. Yarınki programımız içinde başka bir imalathane var zaten. Elbette buralara kadar gelmişken viski ile tanışacağız ama burada değil. Hava gri ve hiç fotoğraf zevki vermiyor ama keyfim yerinde. Tarihi hissettiren binalar arasında dolaşmak çok zevkli geliyor. Üşüyene kadar ara sokaklarda yürüyoruz.
   
"54-56 Northbridge" adresinde bulunan Bella Italia, öğlen yemeğimiz için adresimiz oluyor. Günün devamındaki programımızı nefis pizzalar ve birer kadeh kırmızı şarap eşliğinde yapıyoruz. Yediğimiz tüm yemeklerden ve karşılığında ödediğimiz bedelin makul oluşundan oldukça memnunuz. Gözlük kılıfımın içi madeni paralarla doldu. Artık her ödemeyi buradan yapıyoruz. 
İstikamet yeni bir otobüs turu için en yakın durak olan Waverly Station. Bu sefer daha önceki turda gitmediğimiz bir yöne hareket edeceğiz.
  
 
  
"The Royal Yacht Britannia" durağında iniyoruz.1952'de yapımı tamamlanmış olan gemi, kraliyet ailesinin kullanımı için yaptırılmış. Yıllarca kraliyet ailesi tarafından resepsiyonlar, davetler ve seyahatler için de kullanılmış . Bugün ise kraliçe ve ailesinin yanı sıra, bazı bürokratın da evsahipliği yaptığı davetler için de kullanılmaktaymış. Hatta özel yemekler, davetler ve düğünler için de kiralanabilmekte.

Biz yine hediyelik eşyaların satıldığı mağazaya gidiyor ve geminin içini gösteren kitapçık ile yetiniyoruz. Gemi bir alışveriş merkezine asma köprü ile bağlı. Alışveriş merkezinin içinden üst kata çıkıyor ve bilet alıp, bu köprüden içeri geçiyorsunuz. Biz içeri girmek yerine elimize kahvemizi alıp, denizi seyretmeyi tercih ediyoruz.

Kısa süreli bu dinlenmenin ardından turumuza kaldığımız noktadan devam ediyoruz. Hava serin ama artık yağmur yağmıyor. Dolayısı ile otobüsün üst katında yer alıyoruz ve dağıtılan kulaklıklardan bir yandan Edinburgh tarihini dinliyor, bir  yandan da manzaranın tadını çıkartıyoruz.
 
Lawnmarket durağına geldiğimizde artık turumuzu sonlandırmaya karar veriyoruız. Bu caddenin paralelinde, üzerinde yan yana küçük bar ve pubların bulunduğu Grassmarket caddesi var. Hepsi birbirinden güzel görünüyor bize. Dekoru çok yerel bir görüntü verdiğinden ,"The White Hart Inn" tercihimiz oluyor. Bu bar 16.yüzyılın başlarında kurulmuş. Edinburgh Kalesi'nin güney batısında bulunan Grassmarket'in özelliği 1477'den 1911'e kadar bu meydanın at ve katır pazarı olarak kullanılmasının yanı sıra, idam cezalarının da gerçekleştirildiği yer olması. 2008 yılında 5 Milyon Euro bütçe ile yenilenen meydan, bugün birçok açık hava organizasyonlarına evsahipliği yapar olmuş.
 
İçkilerimizin yanında birşeyler de atıştırmak istiyor ve geleneksel bir İskoç yemeği olan Haggis denemeye karar veriyoruz. Geleneksel olan Haggis için, koyun yüreği, akciğeri, karaciğeri iyice kıyıldıktan sonra haşlanıp, baharatlanıp koyunun midesine dolduruluyormuş. Menüde bunun bir de sebzeli olanı var ki, servis elemanı bizlere ilk defa yiyeceğimizi belirttiğimiz için bunun küçük boyunu öneriyor. Bilmiyor ki bizler, mutfağında kokoreç ve mumbar dolmasını barındıran bir memleketten geliyoruz. Yine de ben kendi hakkımı, ucundan azıcık tırtıkladıktan sonra Seçil'e devrediyorum. 
 
Bir sonraki durak bir Jazz Bar olacak. Elimizdeki broşürlerden, yürüyüş mesafesinda olan bir tanesini seçiyor ve yola çıkıyoruz. Yol üzerinde, gündüz otobüsten pek de görmeyi başaramadığımız "Greyfriars Bobby" heykelinin önünden geçiyoruz. Birçok hediyelik eşyanın üzerinde de bu sevimli köpeğin çizimlerine rastlamanız mümkün. 

Bobby'nin hikayesi de şu şekilde: Bobby, Edinburgh Polisi için gece bekçisi olarak çalışan John Grey'in köpeğiymiş ve birlikte iki yıl yaşamışlar. 1958'de Gray tüberkülozdan öldükten sonra Bobby 14 yıl boyunca sahibinin mezarı başında beklemiş.1867'de sahipsiz köpeklerin imhası kararı çıkınca Sir William Chambers, Bobby'e şehir konseyinden sorumlu olduğunu belirten bir lisans çıkartmış. Bobby öldükten sonra da eski sahibine yakın bir yere gömülmüş.
Sizce de Bobby ile bir akrabalığım varmış gibi çıkmamış mı fotoğrafım? :)) 

Jazz Bar'da gecemiz çok da geç bitmiyor. Günün yorgunluğu birer kadeh kırmızı şarap ile bizleri terk ederken gitme vaktinin geldiğini anlıyoruz. Yarın uzun bir gün olacak.

11 Eylül 2010, Cumartesi
Bu sabah Edinburgh'dan ayrılıyoruz. İstikamet Manchester. Çok da yol üzerinde sayılmasada planımızda bir viski fabrikası var. İskoçya'ya gelip viski tatmamak biraz ayıp olurdu. Biz de elimizdeki broşürlerdeki onlarcasının içinden bizim yolumuz üzerindekinde karar kılıyoruz. "Glenkinchie Distillery". (Pencaitland, Tranent, East Lothian) Bu ilk durağımıza sadece 25km uzaktayız. Tesisin 10:00'da açılacağını bildiğimiz için 09:30'da sevimli pansiyonumuzdan toplanarak ayrılıyoruz. Ev sahibesini uyandırmadan, teşekkür notu ile anahtarımızı bırakıp çıkıyoruz. Yine direksiyonda Emre Toros var elbette.

 


Tesise ulaştığımızda saat 09:55. Kapılar henüz açılmamış. Konuşmalarından İspanyol olduklarını anladığımız, bizim gibi bekleyen bir çift daha var kapının önünde. Sabahın köründe burada ne işiniz var diye soracaklarını tahmin ediyoruz. Saat tam 10:00'da açılıyor kapılar. Hem de güler yüzlü bir bayan tarafından. Sonradan edindiğimiz bilgiye göre yılda 40.000 turist tarafından ziyaret edilen bir üretim tesisiymiş burası. Yani alışkınlarmış bizim gibi kapılar açılmadan içeride olmaya heves edenlere. 1837'de iki çiftçi tarafından kurulmuş bu tesise giriş için, kişi başı 6,00GBP ödüyoruz. Bu fiyata tanıtım turu da dahil. Öncelikle viski yapımını anlatan bir tanıtım odasından giriş yapıyorsunuz. Burada model bir tesis kurmuşlar ve yazılı açıklamalarla da yapımı anlatmışlar. Varil yapımını anlatan bir de video izliyoruz. Oldukça özenilerek hazırlanmış. Biz tanıtımı izlerken güleryüzlü başka bir bayan daha geliyor yanımıza. O bizim tur rehberimiz. Hangi ülkeden geldiğimizi sorarak söze başlıyor ve hepimizi kendi ülke dilimizle selamlıyor. Konuşurken bu kadar mutlu bir insan görmeyeli galiba çok olmuş ki epeyce şaşkın dinliyoruz kendisini. Tatilde olan biziz, çalışan o; ama bizden daha neşeli. Bizlere genel bilgi verdikten sonra da üretimi adım adım anlatıyor. İki haberi varmış bize: Biri iyi, iri kötü. Kötü olan, içeride fotoğraf çekilemeyecek olması, iyi olan ise turun sonunda viski tadımı yapacak olmamız. İtiraf ediyorum ki yapım hakkında çok da detay hatırlamıyorum ama söylediği sevimli bir tanım aklımda kalıyor. Üretimin son safhasında dinlendirilen viskinin bir kısmı sızarak havaya karışıyormuş. Bu kaybedilen kısıma "meleklerin payı" deniyormuş. Havada uçuştuğu varsayılan melekler için ayrılmış yani. İşte o anda hepimiz, bahsedilen meleklerin payından, bize rehberlik eden bu bayanın da faydalandığı hakkında hemfikir oluyoruz. Sabah sabah bu neşe için bir sebep lazımdı. Ayrıca etrafta otlayan ineklerin de davranışlarında farklılıklar oluyormuş. Mutlu inekler...
   
 
Yaklaşık bir saatin sonunda turumuzu tamamladık ve yola çıkmaya artık hazırız. Tadım için sundukları viskileri çok küçük bardaklarda sundukları için yola çıkmamıza bir engel de yok. Yolculuğumuz 367km ve yaklaşık 4,5 saat sürecek. Manchester'da havaalanına yakın bir otel tercihinde bulunduk çünkü pazar günü dönüyoruz ve sabah erkenden alanda olacağız.  Otele yerleşmeden önce Manchester'ı görmek istediğimiz için oteli arayıp geç giriş yapacağımızı söylüyoruz. 

Manchester'a vardığımızda saat 16:00 olmuştu. Arabamızı GPS marifeti ile bulduğumuz bir otoparka bırakıp, Manchester'ın alışveriş caddelerinden biri olan "Whity Grow"da yürümeye başlıyoruz. Yağmur zaman zaman artınca kendimizi dükkanlara atıyoruz. Cadde bizi "Exchange Square"deki "Arndale" alışveriş merkezinin karşısında bulunan "The Wheel of Manchester"ın önüne getiriyor. Önünde bir süre kararsız kaldıktan sonra kendimizi sırada buluveriyoruz ve kişi başı 7,5GBP vererek, Manchester'a 60m yüksekten 5 tur bakıyoruz. Dönmedolabın kabinlerinin içerisine çağrı sistemi yerleştirmişler. Canınız ne zaman inmek isterse düğmeye basıyorsunuz, yerdeki kumanda merkezinden bir yetkili size cevap veriyor ve inmek istediğinizi kendisine iletiyorsunuz. Toros biraz sıkıntılanmaya (!) başlayınca 3.turun sonunda basıyoruz düğmeye. Anlaşma sağlanana kadar iki tur daha geçiyor, Toros'un yüzündeki sıkıntı ifadesi geçmiyor. İner inmez, sırada beklerken çekilmiş fotoğrafımız için 20,00GBP isteyen bayanı selamlayarak uzaklaşıyoruz.

İndikten sonra Arndale alışveriş merkezini de geziyoruz. Buradaki "Fast food sushi" restoranında birşeyler atıştırmak için ısrarlı oluyorum. İş sebebi ile defalarca yurt dışında bulunma şansım olmuştu ve dönen tezgahlar üzerinde suşi servis eden bu restoranlardan birine, hep de merak etmeme rağmen hiç girmemiştim. İşte bu sebeple "Yo Sushi" isimli mekana yanaşıyoruz ve bistro sandalyeleri üzerindeki yerimizi alıyoruz. Menüleri getiren servis elemanımız, bizlere sistemin nasıl çalıştığını anlatıyor: "Döner tezgah üzerindeki her suşi, tabağının rengine göre fiyatlandırılmış. Hesap önünüzde biriken tabaklara göre yapılıyor. Dilediğinizi alıp yiyebiliyor veya sipariş de verebiliyorsunuz." Aşçılar yemekleri açıkta, sizin gözünüzün önünde pişiriyor. Biz de içecek siparişlerimizi verip, gözümüze kestirdiğimiz suşilerden tadıyoruz.  
Çıktığımızda havayı daha da kararmış buluyoruz. Biraz daha sokaklarda vakit geçirip, akşam yemeği için bir yer bulmaya çalışacağız. Bulunduğumuz meydan ve ara sokakları oldukça kalabalık. Biz turistler dışında yerel halk, özellikle gençler, sanki başka bir mevsimde yaşıyor gibiler. Üzerlerinde mini etekleri, ince çorapları ve yere sıfır ayakkabıları ile dolaşan kızlar, tişört ve düşük belli kotları ile dolaşan erkekler var. Biz atkılarımızdan bile feragat etmiyoruz. Yaşlanıyoruz galiba. :) 
Üzerinde "The Printworks" yazan bir binanın içine akın akın yürüyen genç gruplar görünce peşlerinden gidiyoruz. Girer girmez bize İstiklal Caddesi'ndeki Çiçek Pasajı'nı anımsatan bir pasaj ile karşılaşıyoruz. Yan yana barlar ve publar var burada. Her zaman bu şekilde midir bilemiyorum ama, bir barda moda çekimi yapılıyor gibi bir görüntü var. Diğerinde ise kafalarında tavşan kulakları, boyunlarında pembe peluşlar olan kızlardan oluşmuş bir grup var. Bir başka barda kızların bekarlığa veda kutlaması var. Oldukça renkli yani. Nereye bakacağımızı bilemeden diğer kapıdan çıkıyoruz. Biraz daha dolaşıp, buradaki barlardan birine oturmaya karar veriyoruz.. 
 
 
Dönmedolap aydınlatılmış, her yer ışıl ışıl. Ama zarif ve zevkli süslemeler bunlar. Dükkanlar şık, restoranlar şık. Ne bileyim, yani ülkemizde gördüklerimiz gibi değil. Her şeyden yeterince kullanılmış. Abartı yok. Sulu heykellerden yan yana dizilmemiş; belki bir tane kullanılmış. Sokaklarda yürümek kolay, köşesi kalkmış kaldırım taşları yok. O kadar yağmura rağmen, hepimizin alışkın olduğu, basınca altından sular taşıran tuzaklı yer taşları hiç yok. 

Artık yorulduk. Tercihimiz pasaj içindeki Meksika restoranı. Yine benim damak tadıma çok uygun olan bir restoran zinciri "Chiquito". Londra'da da tercihimiz hep burası oluyordu. İçerisi sürekli dolu olduğundan olsa gerek, bir sistem geliştirmişler. Sizi öncelikle barın kenarında oturtup elinize bir cihaz veriyorlar. Beklerken bir şeyler içebiliyorsunuz. Bu cihaz sinyal verince yerinizden kalkıp, boşalan masaya alınıyorsunuz. Biz de öyle yapıyoruz. Pasajın içine bakan pencerenin önünde biraz bekliyor, etrafı seyrediyoruz. Cihazımız yanıp sönmeye başlayınca da yerimize geçiyoruz.

Burada sunumlar güzel, lezzet de şahane. Yani tam bana göre: acılı, ekşili, bol baharatlı. Porsiyonlar da, önce göz doyuranından. Hepimiz, paylaşmak üzere farklı tercihlerde bulunuyor ve bir sürahi de margharita söylüyoruz. 
 
Seyahatimizin son akşam yemeğinde her günümüzü nasıl geçirdiğimizi düşünüyor, durup durup, iyi ki gelmişiz diyoruz. Ben hala herkese "iyi tatiller" diyorum. Bitsin istemiyorum, ama...Saat 22:30. Artk otelimizi bulmalıyız. Ödememizi kasada kalan son para ile yapıyoruz ve benim gözlük kılıfını emekli ediyoruz. Aslında bozuk paralar vesilesi ile gözlüğümün de emekliliğine az kalmış oluyor. İki aile günde ortalama 100,00 GBP harcamışız. Buna; yemekler, otopark ücretleri, bahşişler, gün içindeki içecek molaları dahil.

Adres GPS'te. Otelimiz havaalanına 1km uzakta iki katlı küçük bir bina. Zili çalıyoruz, bir süre sonra gözleri uykulu bir bayan bize kapıyı açıyor. Bizleri evin salonuna alıyor ve işlemlerimizi tamamlıyor. Bu oteli de http://www.booking.com/ sitesinden ayırtmıştık. Bu tür rezervasyon sitelerinin en büyük riski, otelin fotojenik çıkması olasılığı. Neyse ki bu öyle değil. Pymgate Lodge, sevimli ve çok küçük bir otel. Sabah kahvaltıda görüşmek üzere odalarımıza yerleşiyoruz. 

12 Eylül 2010, Pazar
Otelin giriş katındaki odamızın tam karşısı olan, kahvaltı köşesinin de ayrıldığı salona geçtiğimizde, Toros ailesini hazır buluyoruz. Yola sıfır olan odamızda ne yazık ki biraz gürültülü bir gece geçirdik. Sonrasında da kalkış yapan ilk uçağın sesi ile biz de uyandık. Toros ailesi odasından memnun. Yani rezervasyonda giriş katındaki odanın istenmediği belirtilmeli. 
 
 
Manchester'dan 11:00'de kalkacak olan uçağımız Münih aktarmalı olarak 23:15'te Ankara'ya varacak. 09:00'da oteli terk ediyoruz. Aracımızı havaalanında teslim edeceğiz. Dolayısı ile tedbirli davranıyoruz. Alana girdiğimizde-ki bu yaklaşık 7 dakika sürüyor- "Rental Car Return" levhalarını takip ederek bir otoparka ulaşıyoruz. Fakat burası aracımızı teslim aldığımız yer olmadığı için tereddüte düşüyoruz. Sixt firmasının bürosu kapalı ve önünde bir kutu var. Kutuya aracın anahtarını atıp gitmeniz bekleniyor. Tereddütle birbirimize bakıyoruz. Alternatifimiz, aracı teslim aldığımız binayı bulmak ve oraya gitmeye çalışmak. Europecar firması yetkilisi kutu etrafındaki gülüşmelerle dolu sohbetimizi seyrediyor. Toros dönüp derdimizi anlatıyor. Atın kutuya anahtarı, cevabını alıyoruz. Atıyoruz kutuya:) "Sixt bulur kendi aracını artık burada" diyor check-in işlemleri için ana binaya geçiyoruz. Uçuşumuzda rötar olmuyor ve tam zamanında Münih'e iniyoruz. Saat 14:00. Münih-Ankara uçuşumuz 19:25'te. Mete ve ben, daha önce Roma'da da Duygu ve Utku Karaca ile yaptığımız gibi iki uçuş arasındaki 5,5 saat içinde şehir merkezine inmek istiyoruz ve Toros ailesi de hayır demiyor. Alandan çıkıyor ve S-Bahn treni ile 37 dakika sonra Marienplatz istasyonunda, yani Münih'in en güzel meydanlarından birinde buluyoruz kendimizi. Meydana çıkan merdivenlerde heycanlanmaya başlıyorum. Ben bu şehri çok seviyorum. Marienplatz'ın hareketliliğini seviyorum. Defalarca burada oldum ama galiba hiç pazar günü kalmamışım. Fakat değişen bir şey yok. Yine güzel. Başlıyorum soluksuz şekilde heyecanımı Toroslarla paylaşmaya. Her sokağı anlatmaya çalışıyorum. Yılbaşında meydanın nasıl olduğunu hayal ettirmeye çalışıyorum. Küçük bir tur atıyoruz. 
Onlarla paylaşmak istediğimiz mekan olan "Hofbrauhaus"a varıyoruz. (http://www.hofbraeuhaus.de/
Burası benim bu güne kadar gördüğüm en büyük ve en eğlenceli birahane. 1300 kişinin oturabildiği bir birahaneden bahsediyorum. Bavyera bölgesine özgü yerel kıyafetleri ile güleryüzlü bir ekip, mekanın ortasında şarkılar söylüyorlar. Günün herhangi bir saatinde geldiğinizde hep aynı görüntüyü görebiliyorsunuz. Ortada dans eden yaşlı çiftler oluyor mutlaka. 1500'lü yıllarda kurulmuş bu birahanenin tarihi görüntüsü hala korunuyor. Uzun ahşap masaların etrafında, ellerinde 1 litrelik bardaklarla biralarını tüketiyor. Biz de biralarımızı ve yanına da sosislerimizi sipariş ediyoruz. Münih'e gelip sosis yememek çok büyük hata olur diyebilirim. Tabakta sıcak lahana ile servis edilen sosislerimizin yanına yine bu yöreye özgü Pretzel'lerden satın alıyoruz. Boynunda taşıdığı tepsi ile masaların arasında gezen bayandan pretzel alabiliyorsunuz. Türk simitine yakın bir tat. Seçil'in en çok, 6 tane 1 litrelik birayı tek eli ile taşıyabilen bayan servis elemanları dikkatini çekiyor ve 3 tanesi ile deneme yapıyor. Sonrasında bayanları tekrar takdir ediyoruz.
 

Tatilimiz tam bitti derken Manchester'da, yaptığımız bu Münih kaçamağı şahane geliyor bana. Tekrar  S-Bahn treninin Marienplatz durağından havaalanına hareket ediyoruz. Tam vaktinde havaalanındayız. Uçağımızda rötar yok. Tatlı bir yorgunluk güzel bir uykuya dönüyor ve arka arkaya çektiğim son iki kare  fotoğrafın biri kalkıştan diğeri de uyandığımda Ankara'ya inişten oluyor. 
 
"Free shop" bölgesine geldiğimizde "Secure Drive" firmasından rezerve ettiğimiz aracımız bizi evimize götürüyor. Eve vardığımızda içimde çok güzel bir his var. Bu öncelikle sağ salim eve gelmiş olma hissi. Sonrasında evde bizi bekleyen ve beklemekten biraz da küskün bulduğumuz iki kedimize kavuşmuş olma hissi. Evi özleyerek döndüğüm tatiller en güzelleri oluyor. Gittiğim yerde her istediğimi yapmış olduğum ve tatilin yettiği seyahatlerin sonuna doğru eve dönme özlemi güzel bir his. İşte bu tatilden de öyle dönüyorum. İskoçya tecrübesi benim için: Buralara bir daha gelmek istiyorum fikri ile nihayetleniyor. Daha kuzey kısmındaki göller turlarında kalıyor aklım. Bu seyahat benim için diğer Avrupa şehirlerine yaptığımız seyahatten farklı olarak alışveriş odaklı olmayan, tarihi veya doğal güzellikleri hatırımda bırakan bir seyahat oldu. Ama eksik oldu: Öyle düşünmeliyim ki bir daha gidebilelim:) 

Seçil ve Emre'ye tatilimiz boyunca geçirdiğimiz her dakikayı keyifli hale getirdikleri için Mete ve kendi adıma teşekkür ediyorum.

Pisinin Notu: Seyahat öncesinde ve seyahat boyunca da hep aynı şeyi tartışıp hem güldük hem de üzerinde epeyce düşündük. Kafamızı bu kadar meşgul eden, EDINBURGH kelimesi. Türkçede Edinburg olarak okunduğunda Toros hariç hepimiz hemfikiriz. Toros bu ismin okunuşunun "Edinbra" olduğunu söylüyor ve "Edinburg" diyen bizlere de çok gülüyor. Kendisi 1 yıl burada kalmış olduğu için haklı olduğu kısımlar olabilir. Biz İngilicesinin bu şekilde okunduğunu ama Türkçe'de böyle denmeyeceğini savunsak da herhangi bir noktada uzlaşamıyoruz. Şimdi aklımıza şu takıldı: Türkçe'de yabancı şehirlerin karşılıklarını kim belirlemiştir? Bazı şehir isimlerine Türkçe karşılık bulunurken, bazıları neden oldukları gibi kalmıştır?
Türk Dil Kurumu'nun sayfasında bu konuya ilişkin açıklama şu şekilde:
-Batı kökenli kişi ve yer adlarının bir bölümü eskiden beri dili­mizde yerleştiği biçimiyle yazılır: Napolyon, Şarlken, Şarl (Demirbaş Şarl); Atina, Brüksel, Cenevre, Londra, Marsilya, Münih, Paris, Roma, Selanik, Venedik, Viyana, Zürih; Hollanda, Letonya, Lüksemburg.
Yani ben bu tanımdan ne anlamalıyım bilemedim. Eskiden beri dilimize yerleşmeyen isimler için ne yapmalıyız? Edinburgh dilimize yerleşmiş midir mesela?  Bilenlerden de yardım rica ediyorum. Yazım boyunca orjinal dilinde yazıldığı şekli ile "Edinburgh" olarak kullanmayı uygun buldum ama hala birilerine anlatırken sondaki "h" harfini söylemeden geçiyor, fakat hala Edinbra demiyorum:)



Pınar Özdemirci
27 Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder